Günlerdir yaşananları düşünüyorum. Ölümü, erdemi, hayatı… Ne garip! İnsan ancak bu yaşlarda hayatı onca severken feda edebiliyor, onca umudu ancak bu yaşlarda dolu dolu taşıyabiliyor, ancak bu yaşlarda tüm hesaplar şaşabiliyor, hesapsız katabiliyor…
330 genç, 330 ömür, 330 öykü… Sadece 330’mu? 32’si artık yok, 32’sinin hayatı da hayalide emanet? O 32 sanki milyonlar olmuş da dolmuş yüreğe? Tam da o doldukları milyonlarca yüreğin tam orta yerinde paramparçalar işte… O yüzden sayıları ne 330 ne 32! Bıraktıkları umutları da acıları da sayısız… Ama bugün size onları anlatmayacağım…
Onların öykülerini, hayallerini, umutlarını bırakıp gittikleri günden hemen öncesiydi. Bayramdı, “Birlikte yaptık birlikte inşa edeceğiz” dedikleri Rojava devriminin yıldönümü için Urfa’da ve Suruç’ta hazırlıklar son demlerindeydi. Başka bir şey yapmalı dedim ve savaşın acılarından başka deneyimler biriktirmiş birilerini dinlemek istedim. Savaşa, acıya bunca teşne olmuş kentte kime dokunsan anlatacak bir hikayesi vardı aslında ve aynı zamanda nerede ise herkes yanı başlarındaki savaşın hakikatlerini günlük hayatının olağanı yapmayı başarmış bir şekilde…
Annenin uzantısı haline gelen evlat misali; Suruç mu Kobanê’nin, Kobanê mi Suruç’un bilinmez ama birbirinin uzantısı olmuş iki kent vardı karşımda…
Şanslıydım, aradıklarımı buldum az sonra… Kobane’den gelen yaralı savaşçıları gönüllü olarak karşılayan, tedavileri ile uğraşan, onların bedenlerine sağlık, ruhlarına huzur arayan bir ekiple karşılaştım… Öyle çok anı, erdem, kahramanlık, acı biriktirmişlerdi ki heybelerinde, bir kaçını da olsa paylaşmak, heybelerindeki yükü birazda olsa hafifletmek mümkün müydü acaba?
Ekibin başındaki genç, savaşın başından bu yana yaralılarla ilgileniyormuş. Zor değil mi? diyorum. Onları telin karşısından bu tarafa geçirmekten tutalım da güvenli tedavi ortamları ve doktorlar bulmaya kadar gelişen her aşama öyle güç, öyle zor ki… Bakıyor “Zor olan o değil, ya yaşatamazsak duygusu” diyor…
Son bir yılda 3 bin dolayında gencecik kadın ve erkek yaralı gelmiş Suruç’a. Yani toplasanız büyük bir belde nüfusu kadar! Kimileri yaşayabilmiş, kimileri ise kan kaybı, ilaç ve doktor yetersizliği gibi olanaksızlıklar yüzünden yaşamını yitirmiş. Allah var diyor, gönüllü doktorlar, genç tıp öğrencileri ve halk sayesinde bu yükün altından kalkabiliyoruz! Kimse bilmez örneğin savaşın bu gizli kahramanlarını, bir yaralıya şifa olmak, hayat bulmak için uğraşan isimsiz onca insanı…
Nereden daha çok geliyorlar gönüllü doktorlarınız? diyorum… “Her yerden!... Avrupa’dan, İstanbul, İzmir Antalya gibi metropollerden, Kürdistan kentlerinden… Ama kimi şöyle bir görünüp, bir iki destekle çekip gidiyor, sanki savaşta çekip gitmiş gibi, kimi ise sonuna kadar kalıyor…”
Kürt mü bu doktorlar? “Her halktan var” diyor. “Gönüllü geliyorlar, kendileri olanak yaratıp geliyorlar… Örneğin bir Türk doktor vardı. Adı Selçuk. Anestezi uzmanıydı… Kobanê savaşını basında ilk duyduğunda İstanbul’dan kendiliğinden çıkıp gelmiş, Suruç Devlet Hastanesi’ne gönüllü çalışmak istediğini söylemiş. Hastanenin canına minnet, zaten doğru dürüst anestezi uzmanları yok. Günde 70 ile 100 arasında yaralının geldiği o kader günlerinde Selçuk doktor üç ay boyunca hastaneden hiç ayrılmadı, acıktığında kantinle idare etti, dinlenmek istediğinde sedyede dinlendi. Kobanê devrimi olduktan sonra ise gitti. DAİŞ’in Haziran’daki Kobane saldırısından sonra çok yaralı olduğunu duyunca yeniden geldi. Hala kantin ve sedye arasındaki kişisel hayatı dışında yaralılarla, hastalarla ilgilenir.”
Ekibin unutamadığı öyle çok savaşçı hikayesi de var ki, çoğu artık yaşamıyor: Çünkü biraz iyileşen döndüğü savaşta yaşamını yitiriyor. Kimden nereden başlasak diyor, biri… “Günde 70 yaralı geliyordu, kim kimdir bilmiyorduk. Kimi çocuk, kimi büyük, kimi sivil, kimi savaşçı.”
“Mervan genç bir YPG’liydi, çatışmada gözüne değen parçalar yüzünden gözü alınmıştı. Gözünde bant olduğu için biz gözsüz olduğunu bilmiyorduk. O da bilmiyordu. Müdahale eden Doktor gözleri ile ilgili gerçeği söylemiş ama Türkçe. Mervan ise sadece Kürtçe biliyor, anlamamış. Gözlerindeki bant açılacağı günlerde gerçeği fark ettik. Ona “gözün yok, gözüm” diyemedik. O ise bant açılsa da savaşa gitsem deyip duruyordu. Bir gün zorlanarak da olsa; “Mervan, insanlar savaşta bazen uzuvlarını kaybederler” dedim. Durdu baktı bana: “Gözlerim yok değil mi” dedi. Hayatımın en zor sorusu bu, en zor günü o gündü.
Bir başka Mervan daha vardı. Geçen hafta ölmüş. Yaralı, üstü başı yırtık ve yorgundu getirildiğinde. Tedavi için bırakıldığı evin sahibi ona gidip bir gömlek almış giysin diye, yemek yapmış güçlensin diye. Ama o ne gömleği almış ne de yemeği yemiş. Onu görmeye gittiğimizde neden böyle yaptığını sorduk, yanıtı kafamıza çakılı kaldı: Yoksul halkın hiçbir şeyini almam, ben devrimciyim, partim ihtiyaçlarımı karşılar.”
Diğeri Kobanêli Küçük Viyan’ı anlatıyor:
“Omzundan yaralıydı, Diyarbakır’a tedavi için gittiğinde gözaltına alınıyor. Polis bakıyor, ufak tefek. Kaç yaşındasın diyor. 18 diye yanıtlıyor. Polis inanmasa da bırakıyor. Arkadaşı neden yalan söylediğini sorunca: “Ben kimseye 15 yaşında çocuğu savaştırıyorlar dedirtmem. Onlar bilmez yurdu savaş alanıyken çocukların da savaşmak zorunda olacaklarını” diyor. İyileşince Viyan Kobanê’ye evine döndü. Savaştaki babasının “savaşçı evde değil, cephede olur” sözünü duyunca doğruca cepheye gitmiş, bir süre sonra şehit düştüğünü öğrendik.”
Eski bir gerilla olan Simko’nun hikayesi ise bambaşkadır. Ağır yaralıdır ve acil ameliyata alınır. Ancak bir türlü kendisine narkoz yapılmasına izin vermez, Çünkü kimseye güvenmez. Narkozsuz, acıya katlanarak saatler süren bir ameliyat geçirir. Şimdi o bir cephe komutanıdır.
Viyan Peyman’ı unutmayalım diyor ekibin başı… Suruç’u en çok etkileyen gerillalardan… Eski bir PKK gerillası olan Viyan, Kobane savaşı başlayınca birliğinden kaçıp Kobane’deki savaşa katılmış. Tüm ısrarlara rağmen “Kobanê özgürleşmeden dönmem” demiş. Yaralanıp getirildiği evin kadını görür görmez; “Ben seni tanıyorum, ama nereden?” demiş. Zira Viyan yörede tanınan bir dengbejdir aynı zamanda. Bir akşam türkü söylerken anne hatırlamış kim olduğunu. Aslında onu salt ev sahibi tanımaz, biraz iyileşince gittiği alışveriş merkezinde iki genç kızın takibi de bu nedenle olur. İyileşir iyileşmez tekrar Kobanê’ye gider. Kobane özgürleşince birliğine dönmesi istenir, ancak bu defada Serikani’ye geçer. Viyan orada yaşamını yitirir.”
Mervan, Simko, Viyan, Peyman, Kamuran, Yıldız, Destan, Buharin ve daha pek çok birbirine benzeyen bir o kadar da başka öyküler anlattılar ki taşıması güç geldi bana. En çok ne dikkatinizi çekti yaralılarda dedim: Hepsi de ısrarla, yeniden ve hemen cepheye dönmek istiyorlardı.
“Neden” dedim. “Öyle çok ölüm, zulüm görmüşlerdi ki… Belki de gerekçe Yıldız’ın dediğiydi: Biz devrimciyiz, gerekirse halkımızın yerine ölmeliyiz. Tıpkı şarkıda ki gibi:
“Madem ki biz partizanız, zincirin ilk halkasıyız,
Erken öleceğiz seninle biz, şafaktan önce öleceğiz…”
Bu öyküleri dinlediğim günün hemen ertesinde geldi gencecik 330 devrimciyi hedefleyen bombanın haberi… Ölümler nasılda ağır geldi… (YG/EKN)
* Fotoğraf: Orhan Çiçek / AA